İnsanoğlunun geçmişini ortaya koyan yazılı tarih milattan beş bin yıl önceye uzanmasına rağmen, cinsel davranışlarıyla ilgili yazılı bilgilerin son derece sınırlı olduğu dikkati çekmektedir.
Bu konuda ilk yazılı metinlere ancak milattan bin yıl kadar önce rastlanmıştır. Bu yazılı metinlere göre, aile bireyleri arasında cinsel ilişki demek olan ensest o zamanda da tabu idi, ama fahişelik yaygındı, erkek pekçok kişiyle cinsel ilişkide bulunabilirdi, kadının üreten ve cinsel değerlere sahip yönü vurgulanmaktaydı, eşcinsellik normal kabul edilmekteydi, hatta eski Yunan’da buluğ dönemine ulaşan bir gencin normal ve entellektüel gelişimi ıçın yetişkin bir erkekle böyle bir cinsel ilişki kurması eğitici değerde bulunmaktaydı.
Kısaca cinsellik, hayatın bir gerçeği olarak kabul ediliyordu. İnsanın cinsel yaşantısını çok yönlü ele alan Masters ve Johnson’ın ünlü kitabına göre bu tablo, Musevi dininin doğması ile kökten değişmiş, kutsal kitaplar cinsel davranışı kısıtlayan yazılarla dolmuştur; evlilik dışı ilişkiler yasaklanmış, eşcinsellik larıetlenmiştir(l, 5:12). Hıristiyanlığın özellikle ilk yılları cinsel konularda Musevilikten ve Yunan’dan çok etkilenmiştir. Örrıeğin Yunan’da eros sözü ile cinsel bedensel aşk anlaşılmaktaydı ve bu cinsel aşk ile, ruhsal-spiritüel aşkın farklı oldugu kabul edilmekteydi. Bu temel fark Hıristiyanlığa da aynen geçmiş, Hıristiyan dininde aşkın erotik olmayan, ruhsal yönü önemsenmiş, kilisenin katı kuralları ve sınırlamaları zaman zaman ciddi boyutlara ulaşmıştır. Hatta Aziz Augustinus, gençliginde çok renkli erotik tecrübeler yaşadığı halde sonra tövbe etmiş ve “İtiraflarım” adlı kitaplarında cinselliğin her şeklini acımasızca ayıplamış ve eleştirmişti. Onun itirafları ve baskıları, kiliseye ve insanların cinsel yaşamına büyük ölçüde yön vermiştir (1, s:13). Kilisenin baskısı 12. ve 13. asırlarda çok güçlü biçimde devam etmiş, teoloji adeta günlük yaşamın kuralları ve kanunlarıyla eşanlamlı hale gelmiştir.
Fakat kilisenin iddia edilen resmi politikaları ile gerçek uygulamalar arasında büyük farklar oldugu da bir gerçektir. Gerçek uygulama alanındaki çeşitli eleştiriler arasında “kiliselerin cinselliğin sıcak yatakları oldugu” da sık sık dile getirilmişti (1.s:13) Bilindiği gibi, 12. ve 13. asırlarda toplumun üst sınıflarında romantik, saf ve temiz aşklar şiire, şarkıya ve edebiyata egemendi. Bu romantik aşkın tıpkı Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki gibi cinsellikten çok ayrı oldugu esprisi işleniyordu. Ama diger yanda toplumda iffet kemerleri ortaya çıkmıştı. Üst sınıftan kocalar, tıpkı paralarını kasalarına kilitledikleri gibi, eşlerinin bekaret kemerlerini kilitleyip anahtarları da yanlarında taşıyorlardı. Kısaca gerçek yaşamdaki uygulama, kilise politikası ile aynı doğrultuda değildi, En sonunda 16. ve 17. asırlarda Avrupa’da dinsel baskılar azalırken cinsel sınırlamalar gevşemeğe başlamış, romantik aşka daha az yer verilir olmuştu. Çünkü Martin Luther ve Calvin reformları Katolik Kilisesi kadar baskılı değildi. Böylece bu yıllarda İngiltere ve Fransa’da daha büyük hoşgörü yaşanırken Püriten ahlak kuralları bu kez Kuzey Amerika’yı etkisi altına alıyordu. Evlilik dışı cinsel yaşam dışlanıyor, bunu yapanlar dövülüyor-kamçılanıyordu (1, s:14).
Amerika’da püriten etik 19. asır sonlarına kadar sürdü. Fakat sınırlar genişledikçe, şehirler kozmopolit havaya büründükçe bu püriten baskılara rağmen fahişelik artmaya devam etti. 1840’da fahişeliğe karşı büyük mücadeleler verildi, genelevler kapatıldı, pornografi ve alkol yasaklandı. Fakat baskılar arttıkça el altından pornografi yaygınlaştı. Alt sınıf kadınları fahişeliğe itilirken, üst sınıftan kadınların cinsel yaşamdan nasıl büyük zevk aldıklarıyla ilgili yazılar yayınlandı (1, s:15). 1800 yılı ortaları Avrupa’da Viktorya dönemi denilen çağdır. Bu dönemde Avrupa gene en genel anlamda sofuluğu yaşamıştır. Ancak bu kez tutuculuk ve sofuluk dinle daha az bağlantılıydı.
Viktorya döneminin temeli, cinselliğin baskıya alınmasıdır. Çocuk ve kadınlarda saflık ve masumluk çok vurgulanırdı, çünkü düşüncelerin ve konuşmaların kolaylıkla cinselliği çağrıştırmasından korkulurdu. En masum hareketler i bile tabu idi. Her ihtimale karşı cinsellik insanın imaj inasyonunu zorlar endişesiyle. bir bayana bir pilicin bacağını sunmak bile nazik olmayan bir hareket gibi görülüyordu (1, s:15). Bu tutuculuk giyim ve yaşam biçimini de değiştirdi, kadınlarda topuklara kadar uzanan etekler, uzun kollu ve çıplak boynu göstermeyen yüksek yakalı elbiseler moda oldu. Eğer evli değillerse, bir kadın yazarla erkek yazarın yazdığı kitapların yan yana kitap raflarına konması bile hoş karşılarımıyordu. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, bır gerçeği ortaya koymaktadır. Victorya döneminde kadınlar seks objesi gibi düşünülmekten, kendilerine öyle davranılmasından çok rahatsızlık duyuyorlardı. Gerçekte bu kadınlar bir bakıma sofuluğu bir maske gibi kullanma savunmasındaydılar, yani kendi cinselliklerini bilinçdışı redderek, cinselliği bilinçdışı inkar ederek, kendilerine seks objesi gibi davranılması olasılığını uzaklaştınyer böylece, bir çeşit cinsel özgürlüğü başarıyorlardı.
Bu dönemde bilim ve tıp da bu tutuculuğa uygun yorumlar getiriyordu. Bugün prestij i çok yüksek bir tıp dergisi olan British Medical Journal, 1878’de, aybaşı görmekte olan kadınların dokunduğu etlerin bozulduğunu destekleyen çok sayıda doktor mektubu yayınlanmıştı (s: 17). Evrim kuramının babası olan Darwin bile, erkeğin kadından üstün olduğunu yazıyordu. Ona göre kadında cinsel yaşamdan zevk alma yeteneği bulunmuyordu, fiziksel ve entellektüel anlamda erkekten aşağı kabul ediliyordu (1, s: 17). “S.Freud’un 1880’li yıllarda çocukta cinselliğin varlığını ortaya atması, Psikoseksüel gelişim kuramını geliştirmesi, Psikoanalizi kurması dünyayı altüst eden kavramlardı. Freud’u Kinsey’in çalışmaları izledi. 1894-1956 da gerek Kinsey, gerek Freud küçük kız ve erkek çocuklardaki mastürbasyon yeteneğini ortaya koydular. Bu gerçekler, “iyi kadın, cinsel istekleri olmayan kadındır” biçimindeki Viktoryen düşüncelerin tümünü yıktı. Freud cinsel problemlerdeki psikolojik faktörleri gösterdi. “(1) Daha sonra, birinci dünya savaşı ‘bir kitlesel büyük sosyal değişimle herşeyi kökten değiştirdi. Masters ve Johnson’ın “Sex and Human Lovlng” adlı kitabında Avrupa’da Hıristiyanlığın ilk yıllarında büyük cinsel baskılar yaşanırken İslam, Hındu ve Doğu dinlerinde cinsel konulara büyük hoşgörünün varolduğundan söz edilmektedir. Buna göre Çin’ de cinsellik saygı duyulan bir kavramdır; Hindistan’da Kama Sutra, Augustinus’un İtiraflarım adlı kitabı yazdığı yıllarda, Hintçe “cinsel ilişkide metodlar” el kitabını ayrıntılarıyla yayınlamıştır. Eski Çin ve Japonya’da benzeri el kitapları ile cinsel doyuma ulaşma yolları açıklanmıştı (1, s: 13). 1989 yılında “The Women’s History of the World” adıyla yayınlanan bir başka kitapta, yazar Miles’in görüşlerinin bütün bunlara hayli paralel olduğunu vurgulamak isterim (2″. s: 88-91). Aynen şöyle diyor İngiliz yazar Rosalind Miles: “Bütün eski patriarkal toplumların aksine, İslam’ın kadına karşı tutumu çok şaşırtıcıdır.
Sonraki yıllarda kadına peçe taktıran, çarşaf giydirip erkekten ayıran ve kadına çok büyük baskı yapan İslam dini, ilk çıktığı yıllarda çok insancıldı, çok serbest idi. İslam öncesi Arap toplumlarında kadının birden çok erkekle evlenme hakkı vardı; eğer hamile kalırsa çocuğunun babası olmasinı istediği erkeğin adını söylemesi yeterli idi ve kimse bunu reddetmezdi.” (s: 89). “Bedevi kadın, kocalarından birini boşamak istediği zaman, çadırının kapısının yerini değiştirmesi yeterliydi.” Rosalind Miles’a göre şimdiki İslam kadınlan için bütün bu özgürlükler masal gibi görülebilir (s: 89). Ama bunlar birer gerçektir, hatta bu Muhammed’in evliliğinde bile söz konusu olmuştur. Peygamberle evlenmek istediği zaman Hatice, bir kadın aracı göndererek Muhammed’e evlenme teklif etmiş ve böyle evlenmişlerdir (2, s: 89). “İslamiyetin ilk yıllannda kadınlar erkeklerle beraber silahlarını alıp savaşırlardı. Hamile karnının etrafına kılıç takıp savaşan kadın çoktu. Kadınlar rahatça fikirlerini de söyleyebilirlerdi. Örneğin Muhammed’in en küçük eşi olan Ayşe bıçak gibi sivri dili ile Muhammed’i düzeltmek ve ona karşı gelmekte hiç tereddüt etmezdi. Diğer erkeklerin önünde Muhammed ile teoloji tartışırdı.
Hatta bir keresinde Hz. Muhammed “Allah Peygambere izin vermiştir, Peygamber istediği kadar kadınla evlenebilir” dediği zaman, Ayşe’nin cevabı “bakıyorum Allah daima senin istediklerine hemen anında cevap veriyor” olmuştu (2, s: 89-90). İslamiyet öncesi kadının cinsel yaşamı konusundaki başka kaynaklar da Miles’in görüşlerini doğruluyar. 1988’de Kültür Bakanlığınca yayınlanan “çağlar Boyunca Türk Kadını” adlı kitaba göre Türklere ait bilgiler M.Ö. 4 bin yıl gerilere kadar ulaşır.
Bilgileri oradan aynen aktaralım: “Eski Türklerde kadın ata biner, silah kullanabilir, savaşabilirdi. Eski Türklerde elçilerin kabulünde Hakan ve Hatun beraber bulunurdu; savaş kuruluna Hatun da üye idi. Rivayete göre böyle bir savaş kurulunda Cengiz Han kumandanlan, eşine şöyle tanıtmıştı: “Ben bunların HAN’larıyım, sen de benim HAN’ımsın “Hanım” sözünün kökü, bu kitabın 115. sayfasına göre buradan gelir?’, Gene bu kitaba göre tarihteki devletler arasındaki ilk yazılı antlaşma Mısır ile Hititler arasında imzalanmıştır, Antlaşmada Hitit tarafında kral ile beraber kraliçenin de imzası vardır'”, Kısaca bu dönemle ilgili yayınlara göre eski Türklerde kadının toplumsal durumu çok iyiydi, erkek ancak tek kadınla evlenirdi, çocuk üzerindeki velilik hakkı, baba kadar anneye de aitti. Miles’in kitabında yazılanlara göre, Anadolu’da pek çok tanrıça heykeli bulunmuştur. M.Ö.6000 yılına ait Çatalhöyükte 40 kadar höyükte ortaya çıkan kadın Tanrıça heykelleri gibi (2, s: 38). M.Ö. beş bin yılına ait Hacılar köyü kazıları aşk yapan Tanrıça heykellerini ortaya çıkarmıştır. M.Ö. 2300 yıllarında, şimdiki Irak’ın bulunduğu bölgede yaşayan Sümerlerde ilk Tanrı, bir kadındı. Kısaca, tarih öncesi karanlıklardan insanın çıktığı ilk yerleşme yerleri ile ilgili kazılar, o yıllarda Tanrının bir kadın oldugunu göstermektedir. Tanrı bir kadındı. Ana Tanrıça, insan yaşamında temeldi. İşte bu noktada Miles sormaktadır: Peki önceleri kadın olan Tanrı, sonra nasıl erkek Tanrıya dönüştü? İslam öncesinde böylesine Tanrı katında yüksek yeri olan kadın, yerinden nasıl indirildi? (2, s: 91). Miles’e göre tek Tanrı kavramına dayanan beş bÜYÜk din yani Yahudilik, Budizm, Konfüçyusçuluk, Hristiyanlık ve Müslümanlık kendi yapılarına uygun bıçimde, erkeğin üstünlügünü vurgulamışlardır. Burada kadını aşağılayarı tutum, sistemin kendi tabiatından kaynaklanır. Tek Tanrıcılık sadece bir din değil, udretle de ilişkili bir kavramdır. Tek Tanrı fikri, tek tanrının üstünlüğü üzerine bina edilir. Bir Tanrı herşeyin üstündedir. Bu sistem kaçınılmaz biçimde bir hiyerarşi yaratır. Güçlünün zayıf, inananın inanmayan üstünde gücü vardır. Tek tanrılı din “Allah Baba” kavramını yaratmıştır. Tanrı erkek olunca, kadın hiyerarşide onun altına düşmüştür. Aziz Augustinus bunu şöyle ifade eder: “Erkek tek başına Allah’ın suretinde yaratılmıştır, oysa kadın Allah’ın sureti değildir. Hiyerarşide erkek Allah’ın altındadır, kadın da onun altında yer alır”.
Böylece Miles’a göre tek Tanrıcılığın kabulü ile kadınlar ikinci sınıf varlıklar olmaya mahkum edilmişlerdir (2, s: 92). “En son din olan İslam dini Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan çok etkilenmiştir. Nitekim Muhammed tek Tanrı konusunda çok ısrar etmiş ve İslamiyet Allah’ın tek ve en büyük olduğu prensibi üzerine kurulmuştur. Miles’a göre İslamiyet’in kabulünden bin yıl kadar sonra Arap tarihçileri şunu ortaya koymuşlardır: Arabistanda çok sayıda kadın, Muhammed’in savunduğu tek Tanrı,Allah baba kavramı yerine, “Kadın Tanrı”, “Cennetin Kraliçesi”, “Ölüm ve Hayatın Anası” Kavramlarını yerleştirmeye çalışmışlar ve bu uğurda büyük savaşlar olmuş, sayısız kadın silahlanmıştır. Hind al Hannud adlı kadın bunların arasında en korkusuzudur. Kureyş kabilesinin lideri olan bu kadın M.S. 624’de Bedir savaşında doğrudan Muhammed’le savaşmış, ancak yenilmişti (s: 94). Özetle Miles’in yorumuna göre tek Tanrılı ve Tanrısı erkek olan bütün dinlerde kadının yeri, erkeğin altına konmuş ve asırlarca insanlar kadının erkekten aşağı konumda bulunduğuna inandırtlmıştır (2, s: 95). Üstelik din kitapları şunu savunur: Cennette Adem’i günaha sokan havva idi, Havva’yı günaha sokan Adem değildi. Böylece ilk kadın ilk erkeği günaha zorladığına göre, onun soyundan gelen tüm insanlar da kadının suçluluğunu, günahkarlığını ve erkeğin üstünlüğünü kabul etmek durumundadır'”, Nitekim Gazali’nin şöyle dediğini bildiriyor gene Miles: “Allah’ın yasakladığı yasak meyvayı, ilk Havva yediği için Allah onu 18 şeyle cezalandırdı. Bunlardan biri kadının her ay adet görmesidir, ötekisi çocuk doğurmadaki sancısıdır. Kadın evlenince aileden ayrılacak, eve kapatılacaktır” vs'”, Bütün bunlar bizi kadın-erkek eşitliğinde toplumsal değer yargıları ve tutumlar konusuna getirir. Bu alanda yazılmış kitaplardan, tarih boyunca hemen hemen tüm ülkelerde, kadının bir yanda yüceltildiğini diğer yanda aşağılarıdığını anlıyoruz. Bilindiği gibi ilk kez 1789’da Fransız devrimi kadın-erkek bütün insanların eşit olduğunu dünyaya duyurmuştu.
Buna karşın gelişmiş ülkelerde bile kadınların siyasal haklarına kavuşmak yolunda uzun yıllar büyük çaba gösterdiklerini biliyoruz. Kadın hakları akımı geliştikçe, kadının eş ve anne olarak erkek karşısındaki yeri önce gelişmiş ülkelerde yavaş yavaş yükselmiştir. Ancak gelişmiş ülkelerde bile kadın-erkek hemen bütün insanların kollektif bilinçaltında, kadına karşı bazı çelişik duyguların ve çelişik değer yargılarının bugün de devam ettiğini biliyoruz. İşin ilginç yanı, kadınların kendilerinin de erkek karşısında içlerinde bir eksiklik ve yetersizlik duygusunu hissetmiş olmalarıdır. Hatta buna, önceki yıllarda, “kadında başarı korkusu” denilmişti. Yani kadınların erkek yanında farkında bile olmadan kendilerını daha güvensiz, erkeğin desteğine gereksinimleri varmış. ya da sanki erkeğin denetimindeymişler gibi ıSsettiklerı dikkati çekmekteydi. Bunun en somut örneği, kadınların kadın doktora, kadın bilim insanına, milletvekiline yani kendi cinslerine daha az güven duymalarıydı. Gerçekten kendine güveni olan, atak, girişken kadın uzun süre yadırganmış, bunlar temelde erkeksi özellikler olarak değerlendirilmişti. Böyle bir atak ve girişken kadın S.Freud tarafından bile önceleri Oedipus kompleksini çözememiş. nörotik bir kadın gibi görülmüştü. Çünkü Freud psikana1iz kuramını ilk geliştirdiği yıllarda, kadının pasif, narsistik (yani kendine hayran) ve mazohist (yani kendine eziyet edilmesinden, canının yanmasından hoşlanan) özelliklere sahip olduğunu savunuyordu. Bunun tamamen aksine bu temel özelliklerden yoksun, atak ve girişken kadının penis kıskançlığını yenememiş saldırgan, nörotik bir kadın olduğunu kabul ediyordu. Ancak Freud, sonraki yıllarda kendisi de kadın konusunu çok iyi geliştirmemiş olduğunu farketmiştir. Nitekim bu görüşler günümüzde yavaş yavaş artık aşılmaktadır. Kadınlar daha iyi eğitim yaptıkça, ekonomik bağımsızlıklarını kazandıkçabu ön yargıyı yenmektedirler. Freud’dan sonraki yıllarda kadın analistler, özellikle Karen Homey, Helena Deutch ve Clara Thornpson, yaygın biçimde bilinen ve kızların erkeğin sahip olduğu penisi kıskanması olarak özetlenen Oedipus Kompleksi konusuna yeni bir anlayış getirdiler; erkeklerin de kadının çoğalma gücünü, kudretini ve kadınlık organını kıskandığını ileri sürdüler.
Hatta Horney “uzun süre’kadınların analizini yaptıktan sonra erkeklerin analizine başladığım zaman, erkeklerde hamilelik, kadın olma ve anne olabilme kıskançlığının ne kadar şiddetli olduğunu büyük bir şaşkınlıkla gördüm” demişti’? .: Bu analistlere göre, kadındaki erkeklik kompleksinin, erkekteki kadınlık kompleksinden daha çok bilinmesinin nedeni, tamamen içinde yaşadığımız koşulların sonucudur, Toplumlarda erkeğe daha çok önem verildikçe, kadın kendini aşağı gibi hissetmiş ve sonuçta erkek olmaya gerçekten im ren miştir. Gerçekte penis kıskançlığı olarak adlandırılan durum, kültürümüzdeki kadınların durumunu sembolik biçimde temsil etmektedir, yani kadınlar erkeğin cinselorganı olan penisi değil, toplumdaki durumlarını kıskanmaktadırlar'”. 1960’lı yıllardan başlayarak, kadın konusunun çağdaş psikiyatri ve psikoloji alanlarında hayli yoğun biçimde ve derinliğine incelendiği görülür. Örneğin 1963 yılında Maccoby, kadının pasif olduğu düşüncesi kocaman bir yalandır sözleriyle ilk çıkışını yaptı. Kız ve erkek çocukları arasında el becerisi ve ilgi alanında farklılıklar olabilir, ama zeka, algılama ve anlama yetenekleri hiçbir şekilde cinsiyete bağlı özellikler değildir görüşleri savunuldu. Günümüzde en akılcı ve geçerli analitik kuramları geliştiren hiç kuşkusuz Ego Psikolojisinin temsilcilerinden Erik Erikson’dur, Erikson hiç tartışmasız bir deha olan Sigmund Freud’un görüşlerini kendisine temel almakla birlikte, onun femininite ile ilgili kavramlarını süpheyle karşıladığını açıkça belirtmişti. Oedipus Kompleksi kavramı günümüz çağdaş psikanalizinde de hala merkezde bir yer almakla birlikte, bu gelişimde çok çeşitli etkenlerin söz konusu olduğu asla gözden uzak tutulmamalıdır. Örneğin iyi anne olma, savunulduğu gibi kadının mazohizmi ile açıklanamaz• iyi annelik onun kadınlığının eksikliklerini telafi biçimı de değildir. Tamamen aksine, bir kadının iyi anne olma yeteneği onun tüm kişiliğinin olgunluğuna ve egosunun dengesine dayanır, ruh sağlığı normalolan bir kadının yaşamdaki tüm amacının kendi istek ve gereksinimlerini tamamen yok sayarak, sadece çocuklarının ve eşinin doyumuna dönüştürmesi normal kabul edilemez, bu aşırı fedakarlık sağlıklı değildir.
Çünkü kendi gereksinimleri ile çocuğunun veya eşinin gereksinimleri arasında bir denge sağlayabilmesidir. Kadın mazohist değildir, zayıf ve güçsüz de değildir. Günümüzde kadının kendine güvenebilmesi, toplumda seçkin bir yer alabilmesi için mutlaka bir erkeğin desteğine gereksinimi olduğu düşüncesi artık anlamını kaybetmiştir. Bütün bunlara rağmen, hala erkek egemenliğindeki toplumda kadınların büyük güçlükleri olduğu da yadsınamaz. Örneğin toplumda kadından beklenen geleneksel rollere uymayan ve düşündüğü gibi yaşama cesareti göstererılerinbugün hala özel yaşamda ya da toplumda zaman zaman büyük yalnızlığa itildikleri de bir gerçektir. Fakat herhalde en acı olan nokta da bu kadınların geleneksel rollere uydukları ve baskılara boyun eğdikleri durumda da bu kez kendi içlerinde derin bir başarısızlık duygusunu yaşamalarıdır. Ülkemizde güvenilir istatistiklerin bulunmaması nedeniyle gene yurt dışı kaynaklara dayanarak, 1970’li yıllardan beri gelişmiş ülkelerde psikiyatristlerden en çok yardım isteme gereğini duyanların yirmi ile kırk yaşları arasındaki kadınlar olduğunu söylemek onların bu konudaki olası içsel çelişkilerine ya da toplumla çatışmalarına, kısaca tepkilerine ve mutsuzluklarına herhalde bir açıklama getirmektedir.
Prof. Dr. Aysel EKŞİ